
Ortaokul yıllarımda bende, nerden esti bilmiyorum, kalem tutkusu başladı. Otomatik basma kalemler, tükenmez kalemler, dolma kalemler… Kalem, bir sürü kalem. Dört kalemliğim vardı ve hepsi ağzına kadar kalemle doluydu. Bir tanesinde hacıladığım kalemler, bir diğerinde tükenmez kalemler, ötekinde kurşun kalemler ve en sonuncusunda dolma kalemler. Çok az ve de seyrek aldığım harçlıklarımı okul kantininde, teneffüs aralarında harcamaz, ilk solukta kırtasiyeye gider, yeni gelen kalemlerden hoşuma gidenleri alırdım. Bir dönem annem buna bir anlam veremese de, sonradan hoş görmeyi tercih etti. Çünkü ne yaptıysa fayda etmedi, ben kalem almaya devam ettim. Sonra ne oldu bilmiyorum, kalem tutkum sona erdi. Kalemlikler gün geçtikçe boşaldılar. Kime gitti, nereye gitti bilmiyorum ama o kalemler güme gitti. Onlarca kalemden geriye sadece bir tanesi kaldı. Geride kalmasının sebebi de belli, yazmayan ve kırık bir aspirin eşantiyonu… Bu kalemi kim ne yapsın ki? O dönemden bana kalan ve maddiyata değer vermememi, elimdekilerin eninde sonunda beni terk edeceklerini hatırlatan ve tembihleyen bir kalem olarak kutuda, uçurtma kuyruğunun yanındaki yerini aldı.