Cumartesi, Nisan 29, 2006

denedim...

Yorganı sakince üstünden attı. Gün çoktan doğmuş, fırınlar ilk sıcak ekmeklerini kuyrukta bekleşen insanlara sunmuşlardı. Çocuklar kahvaltılarını yapmış okul yolunda yer yer sessizce yer yer şakalaşarak yürüyorlardı. Yattığı yerden bunları görebilmesi onu her zaman rahatlatmıştır. Uyanmanın sersemliğini kendince şiirsel bulduğu bu manzarayla dağıtıyordu. Hafta sonları iş biraz karışık oluyordu. Uyanmak, daha doğrusu kendine gelebilmek için öğle saatlerini bekliyordu. Az ilerisinde bir alışveriş merkezi olduğundan, insanlar hafta sonunu sıcak-kapalı bir mekan da geçirmek istedikleri için evinin önünden geçiyorlardı. Elele tutuşmuş çiftler, yanyana yürümekten rahatsız olan çiftler, beraber olduklarını tek bir vücut olarak ifade eden yeni sevgililer ve çocuklu aileler.

En çok çocuklu aileleri kıskanırdı. Her kış annesinin sobayı onlar uyanmadan yakması, yanan odun seslerine karışan suyun fokurtusu, yorganın altındaki sıcak bedeninin aksine burnunun soğuk olmasını ve annesinin o soğuk burnu yumuşak bir öpücükle ısıtmasını hatırlardı. O zamanlar başkalarına gerek duymazdı uyanmak için. Annesi yeterdi ona. Ne ekmek sırasındaki insanlar ve de alışveriş merkezine gidenler. Bunlardan hiçbirisi annesinin yerini tutmuyordu ama uyanmasını onlara borçlu olduğundan minnet duyuyordu bu tanımadığı insanlara. Minnet duymanın erdemi üzerine düşündüğü çok olurdu. Ama erdemin ne demek olduğunu tam olarak tanımlayamaz, minnet duymanın erdem olup olmaması gerektiği üzerine kafa yormazdı. Okuduğu tek kitap bir Ömer Seyfettin derlemesiydi. Önemli olduğu üzerine düşünmeden öylesine okumuştu yıllar önce. Ne “Bomba”, ne “Kaşağı” ne de “ Beyaz Lale” etkilemişti onu. Adını hatırlamadığı ama her kelimesi aklında yer tutan bir Ömer Seyfettin hikayesi hoşuna gitmişti. Genç bir adamın ilk genelev macerasını anlatan bir hikaye. Tek gecelik bir aşkın, tek gecelik bir tutkunun, bir kaç saatlik mutluluğun hikayesiydi. Kendini hikayedeki adam yerine koyuyor, her hatırladığında odaya yavaşça giriyor, yatağın üzerinde uzanmış kadınla hep aynı sohbeti yapıyor, daha sonra yanına sokuluyor ve onu ısırıyordu. Hep bu noktada kafası karışıyordu. Isırmanın cazibesi onu çekiyor ama kadının bunu ilk başta kat’i bir şekilde yasakladığını hatırladığından çekiniyordu. Karşı koyamadığı ilk ısırık sonrasında bir tepki gelmediği için içi rahatlıyordu her seferinde. Ve engellemelerin olmadığı saatleri bir kaç saniyede kafasında yaşıyordu. Bu hayaller sonrasında gözü yine dışarıda oluyor, uyku sersemliğine benzer ruh halinden sıyrılmak için yine insanları izliyordu.

Sahip olduğu birkaç arkadaşıyla bazı geceler dışarı çıkıyor, karanlığın kamufle ettiği yüzüyle caddelerde dolaşmak yerine, bir barın ışık almayan köşesine sinip, arkadaşlarım dediği topluluğu dinliyor, onlara bir kaç laf söyledikten sonra gözü yine diğer insanlara diğer masalara takılıyor. Yalnız oturanları gözüne kestirip, onların içkilerini içmelerinden, oturuşlarından, bakışlarından, aslında her hallerinden esinlenip onlara öyküler yazıyordu. Kimisi aile sahibiydi , kimisi bekar. Kimisi iş sahibiydi, kimisi aylak. Kimisi yakışıklıydı kimisi çirkin. Ama hepsi de erkekti. Tek başına oturan bayan görmemişti hiç, ta ki o akşam üzerine kadar. İş çıkışı denecek erken bir saatte tek başına gelmişti karanlık köşesine. Arkadaşlarını bekliyordu ve hep yaptığı gibi diğer masalarda geziniyor onlarla dertleşiyordu. Bir masada uzun süre takıldığını anladığında o masanın sadece kraliçesi olduğunu farketti. Emrinde bir ülke ya da ordu yoktu ama üç tabure, içki şişesi ve yemiş tabağıyla diğer ülkelerle sorun yaşamadan gün doğmayan köşesinde hüküm sürüyordu bu kraliçe. Kadınlar için güzel çirkin kıyaslaması yapamayacak kadar az kadınla yakınlığı olmuştu. Ne güzel ne çirkin, orada tek başına oturan bir bayan vardı. Nasıl olduğunu anlamadan kendisini onun sınırları içinde buldu. Tek kelime etmeden üç tabureden birine oturdu. Kadınla göz göze geldiler ama tek kelime çıkmadı ağızlardan. Ve yine nasıl olduğunu anlamadan başladı anlatmaya. Sabit bir konudan bahsetmiyordu ama anlattıklarını ilgiyle takip ettiğini düşündü kadının. Ağzından çıkan kelimeler ona tanıdık gelmeye başladığında, anlattığının Ömer Seyfettin öyküsü olduğunu anımsadı. Kadının bakışları değişmemişti. Tekrar tekrar yaşadığı öyküyü paylaşıyordu tanımadığı bu kadınla. Hayat kadınının yüzünü hiç hayal etmediğini anladı, ve hikayedeki kadının yüzünü gördü. Bu zamana kadar almadığı bir tadı yakaladı kadının gözlerinden. Bulundukları ortamdan soyutlandıklarını hissediyordu. Peki kadın da bunları yaşıyor muydu, yoksa payına düşen dinleme rolüne hakim miydi?

.......................İnsan ilişkileri uyuşturucu gibidir. Bir kere kullanmaya başladınız mı bağımlılık yapar. Ardı arkası kesilmez. Bir de bakarsınız ki hayatınızda birisi olmadan olmuyor. Bu zamana kadar nasıl yaşadığınızı, neler yaptığınızı, neler düşündüğünüzü unutursunuz. Onları yaşayacak kudrete sahip olmadığınız düşüncesi sizi esir alır. Tıpkı bar kraliçesinin onu esir aldığı gibi.....................

Ömer Seyfettin hikayesi bitmişti. Kadın hala tepkisiz bir şekilde bakıyordu ona. Uzun süre konuşmadı, kadının tepkisini bekledi. Saniyeler ona bitmek bilmez sıkıcı bir film gibi geldi. Sonunu merak ettiği için katlandığı can sıkıcı filmler. Birden bire kadın gülümsedi. Güldüğü zaman güzelleşen, saklı hazinesi ortaya çıkan bir kraliçeydi bu. Karşılık vermek istedi ama beceremedi. Bu zamana kadar gülmeyen yüzü yine kaskatı kesilmişti. Şimdiye dek hep o konuşmuştu ama kadının ağzından tek kelime çıkmamıştı. Kadının gülümsemesi ise dudaklarından gözlerine geçmişti. Dudakları kıpırdar gibi oldu ama konuşmadı.Kadın ellerini ceplerinde dolaştırdı. Birşey arıyordu ama ne? Elleri aradığı şeyi bulduğunda gözlerindeki gülümsemesini dudaklarıyla pay etti kraliçe. Cebinden çıkardığı herneyse onunla bir süre oyalandı, göstermeden. Elinde bir cep telefonu vardı. Ona doğru uzattı. Merakla aldı telefonu. Bir mesaj vardı ekranında “ Eminim güzel şeyler anlattın, ama ben duyamadım hiçbirini, dudaklarını da okuyamadım çünkü fısıldıyor gibiydin” Şaşkın gözlerle baktı kadına. Kadın elleri ile kulaklarını göstermiş daha sonra da duyamadığını, çaresizce ellerini sağa sola sallayarak anlatmaya çalışıyordu. Kaskatı suratı birden çözülmüş ve kraliçenin gülümsemesini onunla paylaşmıştı........

Yorganı sakince üstünden attı. Gün çoktan doğmuş, fırınlar ilk sıcak ekmeklerini kuyrukta bekleşen insanlara sunmuşlardı. Çocuklar kahvaltılarını yapmış okul yolunda yer yer sessizce yer yer şakalaşarak yürüyorlardı. Yattığı yerden bunları görebilmesi onu rahatlatırdı ama artık bunu önemsemiyordu. Onu rahatlatan tek şey, iletişim kurmasını sağlayan cep telefonuydu. Telefon tuşları onun dili, ekranı ise sesi olmuştu. Ağır aksak olsa da el hareketleri ve mimikleri de artık anlam kazanmıştı. Camdan dışarı, sadece kraliçenin geleceği zamanlar bakıyordu. Gülen gözlerin yolunu beklemek ona herşeyi unutturuyordu....

Cuma, Nisan 28, 2006

çukulata



böle aman aman çikolata diye yanıp tutuşmuyorum emme velakin, can isteyince de bulunmuyor bu meret. kendi evim olsa, kenara , köşeye, çekmeceye, lavabo altına saklardım zor durumlar için. böyle bir derdim de olmazdı "aman aman çiklotam nerde" diye. amma velakin yurtta kaldığımdan ve de kantin 50 metre yakınımda olduğundan "ay ne alsam" diye aklıma düştüğünde kantinde soluklanıyorum. bazılarımız da oluyor hani, kendi evi yokmuş gibin, onun bunun evinde kalıyor. sonra da "ay aman bakkala inemem, neden bu evde çukulata yok, canım çekti " diye yakarışlarda bulunuyor. halbuki haline kılığına baksa, bırak çukulatayı su içmeyi bırakacak durumda olanlar ise tersine, daha da bağımlısı oluyorlar. vay halinize, ne yaman çelişki bu anne?

Perşembe, Nisan 27, 2006

I m your man...


aman aman, hobarey nidalarımı yükselten bu mükkemmmeeellll haberi takip eden canlarla paylaşma hissi vuku buldu bünyede.... adamım ın belgeseli yapılmış, böle belgesel tadında içinde konser de mevcut. üstelik şarkıları martha&rufus wainwright kardeşler, nick cave, u2 , beth orton vs ler söylemişler. dadından yinmez diyorum ve sabırsızlıkla bekliyorum.......

Çarşamba, Nisan 26, 2006

Halil Cibran-Arkadaş..

Ve bir genç, şöyle dedi: "Bize arkadaşlıktan bahset."
Ve o cevap verdi:
"Arkadaşınız, cevap bulan gereksinimlerinizdir.O, sevgiyle ektiğiniz ve şükranla biçtiğiniz tarlanızdır.
O sizin sofranız ve ocakbaşınızdır.Çünkü ona açlığınızla gelir ve onda huzuru ararsınız.
Arkadaşınız sizinle içinden geldiği gibi konuştuğunda,ne 'hayır' demek zor gelir, ne de 'evet' demekten çekinirsiniz.
Ve o sessiz kaldığında, kalbiniz onun kalbini dinlemek için sessizleşir.Çünkü arkadaşlıkta, kelimeler susunca, tüm düşünceler, tüm arzular ve beklentiler, gürültüsüz bir sevinç içinde doğar ve paylaşılırlar.
Arkadaşınızdan ayrıldığınızda ise yas tutmazsınız;Çünkü onun en sevdiğiniz yanı, yokluğunda daha bir berraklık kazanır, tıpkı bir dağın, dağcıya, ovadan daha net görünmesi gibi...
Ve arkadaşlığınızda, ruhsal derinlik kazanmaktan başka bir amaç gütmeyin.
Çünkü, salt kendi gizemini açığa vurmak peşinde olan sevgi, sevgi değil, savrulmuş bir ağdırve sadece yararsız olan yakalanır.
Ve arkadaşınıza, kendinizi olduğunuz gibi sunun.Eğer dalgalarınızın cezrini bilecekse,meddini de bilmesine izin verin.
Çünkü salt zaman öldürmek için bir arkadaşaramanızın anlamı olabilir mi? Onu, zamanı yaşatmak için arayın.
Çünkü o gereksiniminizi karşılamak içindir,boşluğunuzu doldurmak için değil.
Ve arkadaşlığın hoşluğunda, kahkahalar, paylaşılan hazlar olsun.Çünkü küçük şeylerin şebneminde, yürek sabahını bulur ve tazelenir."

döndüm breh

efendim merak etmişsinizdir, 3-4 gündür ortalıklarda yok idim (eminim etmişsinizdir, kimse farkedip bi ""nerdesin?" demedi...) ailemin yanına gitmiştim, merak edenler için söylüyorum. efendim yedim-içtim-yattım tam manası ilen. lakin tv izleyemedim. çünkü bi rüzgar, bi fırtına, uydu anteni beşik gibi sallandığından mütevellit "sinyal alamadı" bende kitap okudum yahu. boş dururmuyum hiç. bi de anamın babamın dizi dibinden ayrılmadım :)

yahu ben birşeyden bahsedecektim unuttum. neydi yahu? birisi bana "şundan-bundan " bahsetsene dediydi de unuttum. daha yarım saat olmadı yahu bunu duyalı. neydi neydi neydi?
.......................................................................................
kusura bakmasın sem kardeşim,( kusura bakma sem) unuttum hakikaten ne hakkında yazacağımı.... e sen unutmamışsındır, hatırlatıverirsin bi ara, bende yazarım artık...

Cumartesi, Nisan 22, 2006

hiç böyle olmamıştım

mütemadi depresif olarak, akşam üzeri yediğim son kazık üstüne, kendimi yatağıma attım ve elime gıdım gıdım okuyarak tadını aldığım "kinyas ve kayra" romanını aldım. sonumu biliyordum. yarım saat geçmeden uyuyor olacağımın bilincinde okumaya başladım. 2 bölümünü bitirdiğimde göz kapaklarıma hakim olamıyordum. kitabı her zaman yaptığım gibi başucuma iliştirdim ve uyumaya başladım. zira bundan daha tatlı birşey olamaz benim hayatımda. kitap okuduktan sonra tamemen yorgun düşen gözler, düşünemeyen bir beyin ve tatlı bir uyku. herşey buraya kadar iyiydi de. uyandıktan sonrası beim için pek hayırlı değildi. zira okuduğum kitabın etkisiyle, uyandığım andan itibaren, ruh haliminde etkisiyle kitaba devam etmeye başladım. kelimeler, cümleler bilinçsizce beynimde yankılanıyorlardı. kayra'nın cümleleri sızıyordu beynimden.kitabın etkisinde olmadığımı anladım. bir an "ben" olmadığımı hissettim. bir iki dakika sürdü bu durum. kendiniz olmadan cümleler kurmak, ki yapıcı cümlelerden bahsetmiyorum, en yıkıcılarından bu cümleler... o zaman anladım ki benim de içimde bir kinyas, bir kayra, bir zargana var.... çıkmaları yakındır.....

Cuma, Nisan 21, 2006

erkekler ne ister

az önce duyduğum bir özlü sözü paylaşmak istedim.
"kadın dediğin koluna girdi mi yakışmalı, duvara vurdu mu yapışmalı"
çamurdan olsun, nefes alsın yeter mantığıyla paralellik gösteren bu özlü söz öbeği, bir adım daha öteye gidiyor ve kolumuza girdiklerinde yakışmalarını da belirterek bizler için bir artıyı daha gözler önüne seriyor. kadın dediğin koluna girdi mi yakışmalı kardeşim. yakışmayacaksa ne demeye koluma giriyorsun, üç adım beriden takip et beni. ama kolumuza girdiklerinde yakışıyorlarsa , o zaman da bizi hemcinslerimizin yiyen bakışları rahatsız edebilir. o bakışlar ki ne yuvalar yıkmış, ne babayiğitleri mapuslarda çürütmüş, ne bebeleri anasız-babasız ortalarda koymuştur.

ah o bakışlar, iç yakan bakışlar. ilk bakışta aşka inananlar, inanmayanlar için bir daha ilk bakışlar.o da olmadı, yoluna devam et. tak sepetini koluna. ama sepette neler var???
ne yok ki... öncelikle bir kravat,ütülü bir gömlek, güzel kokular, jöle, briyantin, ve 12 lik kutusunda balonlar....

beni sormayın dostlar, sepetimde çok eksik var....

Perşembe, Nisan 20, 2006

rüyadan, pideye....

efendim, çarşamba akşamı bir sıkkınlık, bir gıcıklık vardı üzerimde sormayın. dedim operaya mı gitsem, ama kimsecikleri bulamadım peşime takacak. zati fransız aşk şarkıları programı varmış, pek çekici gelmedi. ama perşembe akşamı madam butterfly varmış. kimse gelmese de tek başıma gider izler gelirim. neyse, dedim ya operaya da gidemedim. yattım yatağıma kitap okuyorum. sonra her zaman olduğu gibi sızmışım. saat 21.30 da gözlerimi açtım ama ne açtım. anlatayım müsade ederseniz. bittabi en son gördüğüm rüyayı en ince ayrıntısına kadar hatırladığım için ondan bahsedeyim. hazırlıkta iken hoşlaştığım bir hanım arkadaş , arkadaşlarıyla oturuyorlar sohbet -muhabbet ediyorlar. bende yanlarına yanaşıyorum. o sırada ne hikmet bizim odadalar. bende acıkmışım lahmacun siparişi vermişim. geldi lahmacunlarım. ama ben yemiyorum niye çünkü hoşlaştığım kızın yanında ayrılıp yemek yemek gelmiyor içimden. neyse bunlar konuşaduruyor ama ben acıkıyorum. üstelik içerde lahmacunların soğudugunu bile bile yemiyorum. en sonunda dayanamayıp kalkıyorum. sonra koptu orda rüya. dışardayız ve önümüzde pizzalar var. ben bunları da yemeye çalışıyorum ama yiyemiyorum her nedense.

bir uyandım ki kan-ter içindeyim. hemen saatime baktım. saat 21.30.bi açım bi açım.... bu saatte lahmacun kaldı mı diye dertlendim. iki dakika içinde kalktım giyindim kendimi yollara vurdum. yanıma da hasanı aldım. piyataya gittim sordum adam dedi söndürdük fırını. orda 1-0 yenik başladım maça. yıkılmadım ayaktayım ama hala. çıktım üst kata kebbabçıya gittim. dedim lahmacun? dedi var dedim 3 tene dedi hay hay dedim yanına da ayran dedi yok daha neler....

neyse yedim lahmacunumu rahatladım. ama hatunlara denk gelemedim. celallendiğim yanıma kar kalmadı...

Salı, Nisan 18, 2006

pandora

efendim şimdi şöyle ki bu sizin bildiğiniz pandora değil. hani kutusu olan :)
bu pandora, music genome project kapsamında bizlere sunulmuş bir nimet. üstüne basmayın, yere düşürmeyin, yerden alın üç kere öpün alnınıza koyun... o derece değerli ve de önemli bir oluşum efendim. yine şöyle ki bu bir site. " ne sitesi ?" dediğinizi duyar gibi oluyorum bu site müzik sitesi efendim. bakın şöyle çalışıyor. www.pandora.com adresine giriyorsunuz. menünün yüklenmesini bekliyorsunuz. yüklendi mi? tamam. sonra size orda bir şarkıcı ya da şarkı ismi yazmanızı istiyor. eh henüz türkçe şarkılar ve türk şarkıcılar eklenmiş değil. ama geniş bir arşivi var ecnebi müzik adına. neysem şöyle ki yazdığınız şarkıcı ya da şarkıyı bu elemanlar bir şekilde sınıflandırmış. ve size o sınıflandırmaya göre aynı kategorideki şarkı ve de şarkıları getiriyor. üstelik sample yane örnek babında değil. doya doya baştan sona kadar dinleyebiliyorsunuz. beğenirseniz bir işaret koyuyorsunuz. arada sırada karşınıza çıkartıyor o şarkıyı. beğenmediğinizi de belirtebilirsiniz isterseniz.
işte adamlar bu oluşuma da your favorite radio station diyor. 100 e kadar istasyon kurabilme imkanınız var. 100 tane farklı radyo yane. doya doya dinleyin. kullandıkça beni hatırlayın.

Cumartesi, Nisan 15, 2006

YUH buna denir

http://www.milliyet.com.tr/2006/04/14/son/sonyas01.asp

abi, okudum. şaşırmadım ama yuh diye nitelendirilebilecek bir haber. insanız diye geziyorlar bir de f.cking eu....

Cuma, Nisan 14, 2006

sabahlardan bir sabah...

ilginçtir, her sabah erken saatte yatıp, her öğlen normal saatlerde uyanan birisi olarak, bu sabah erken yattım erken kalktım. dört (rakamla 4) saatlik uykumu bölen şey ise, dün baha ya verdiğim " tamam abi deneme çekimlerine bende gelirim" sözü idi. baha bildiği üzere " abi sen erken kalkmazsın git yurduna uyu erken kalk" diye küçük bir uyarıda bulundu saolsun. bende saf saf " abi baktım uyanmamışım gel odaya iki dürt" diye talimat verdim. ben nerden bileyim gelip dürteceğini. güzelim uykumun ve de enteresan rüyamın ortasında bir "dürtme" hadisesi yaşadım. "noluyo len" derken gözlerimi gayri ihtiyari açıvermişim. ranzanın üst katında ikamet ettiğimden ötürü kafamla aynı hizada olan baha ve yanağıma girişen bir parmak. baha nın hayal gücü ne kadar geniş tahmin edebiliyorsunuz. birisini uyandırmak için onu sarsmak, seslenmek gibi yöntemleri es geçip, yanağa barnak basmak, parmağı tükürükleyip kulağa sokmak,buruna yabancı cisim ve de maddeler sokmak gibi çeşitlenebilecek farklı yollara başvuruyor. ama haklı şimdi bahacım da. beni bunları yapmadan uyandırmazsın hemşerim. artık nasıl bir uykuysa bendeki... onlarda kaldığım günler beni ve diğer ev sakinlerini uyandırmak için ne kadar çaba sarfettiğine şahit olduk. ki kendisi uyuyan birisini uyandırmayı pek sevmez... "kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma" cümlesini ilke edinmiş bir baha bu.

neyse ya uyandım da ne oldu, gittik taş, baraj, rüzgar paneli ve birkaç şey çekiverdik. deneme çekimi babında. oradan annemin " oğlum uğraşma boş işlerle, biz seni oraya oku diye gönderdik , elinde kamerayla gez diye değil" dediğini duyar gibi oluyorum. lakin bunu oturduğu yerden söylüyordur. çünkü annem nasıl yapmış hala algılayabilmiş değilim dört(rakamla 4) duvar arasında ayağını kırmış!!! mutfaktan çıkarken sen ayağını yan bas, iki gün şiş ayakla gez " aman ne olcak insanım ben kendi kendine geçer " mantığıyla 200 metre ilerindeki hastaneye gitme, et koy şişini alsın diye. sonra nerden esti ayrıntıları bilmiyorum ama doktora gidiver, alçılan eve gel. böyle de sağlık sorunlarına karşı duyarsız bir familyadan gelmekteyim.yazımı babamın bir sözüyle bitiriyorum "Yavrum sağlık karnen çekmecede, aha hastane de iki adımlık yol, benden beklemeyin herşeyi" (bunu sarf ettiği an şöyle bir andır, lise-3 öğrencisi ben bir haftadır yatakta yatmakta, bir lokma yemeden annemin dayattığı ılık su-bal karışımıyla hayata devam etmeye çalışmakta-sonradan öğrenildiği ya da farkedildiği üzere mide kanaması da geçirmişim- ve boyuna istifra etmekteyim. hastayım dibine kadar.....) (aman sonra ne oldu diye sorar gibi bakmayın, bir buçuk (sayıyla 1,5) hafta sonra iyileştim, ayaklandım, sonra doktora götürdü saolsun, tabii birşey çıkmadı, bu seferde kalayladı bi güzel " hasta değilsin madem beni ne uğraştırıyorsun çocuuum".....herşeye rağmen ben babamı çok severim. canım babam )

kal geldi, yatılı gelmiş ama...

"yahu yazmam gerek birşeyler, ama ne?" diye düşün düşün çıkamadım işin içinden. hayran kitlem merakla yeni yazılarımı beklediklerini söylemişler. ay şekerim sorma iki oricinal albüm alınca kendimi yurduma hapsettim. kantina su almaya bile inmiyorum. hayatımda o yönde mono tanlaştı. crash diye filim var ya hane, onu izledim bu akşam üzeri. oscar neyim almış. niye almış anlamadım. çok güzel bir film değildi. ya da ben anlamadım.... aman ben müzik dinleyem... yazacak şeylerim geldiğinde görüşürüz...

Çarşamba, Nisan 12, 2006

keyfime diyecek yok..

anam ömrü hayatımda ilk defa bir sınavdan ilk ayrılıverdim. önceleri boş kağıt verip te asistancıkların gülen bakışlarından rahatsız olmamak için beklerdim. benden önce bir kaç kişinin kağıdını vermesini. sonra cesaretimi toplar usul usul sinsice kalkar, kağıdımı verir kaçardım. hani yüzüme odaklanmasın , beni hatırlamasın deyü. ama bu sefer ayrı bir durum söz konusu. yarım saatten az bir sürede tamamladım soruları. hepiciğini hemide. sonra kasıla kasıla, gerine gerine ayağa kalktım. ağır ağır toparlandım. herkesin gözü bende. sonra zafer edesıyla dolu dolu dopdolu kağıdımı elime aldım havada salladım bayrak gibin sancak gibin. bir alkış koptu. helal sana yürü be nidalarıyla asistanların yanına indim. uzattım kağıdı," al bak hepsi tamam, beni unutma nihahaha" bakışımı da attım. ağır ağır usul usul ama zafer kazanmış komutan edasıyla ayrıldım salondan. lakin sonrası için bu kadar coşkulu konuşamayacağım. kağıt dopdolu lakin kaçı doğru?????????

Salı, Nisan 11, 2006

sahibinin sesinden yeşilçam şarkıları

valla ben kendimi bildim bileli, böyle bir albüm olsada durmadan dinlesek dediydim. hatta " hımm bak şu şu eski türk filmi şarkılarını çok güzel söyler, böyle bir çalışma yapsa ya" diye diye iç geçirmişliğim çoktur. deniz seki nin buna benzer bir formatta çıkardığı albüm ise pek hoşuma gitmemişti açıkçası. şans eseri elime düşen eski vhs türk filmlerinde ise, sara sardıra şarkı söylenen yerleri bulup dinliyordum bi aralar.

ama sonra ne oldu? ne mi oldu.... kalan müzik yine çok güzel bir işe imza attı ve tuttu eski kayıtları gün yüzüne çıkarttı, ulaşılabilir hale getirdi. ilk duyduğumda hissetiğim heyecanı, coşkuyu tarif edemem. ilk fırsatta ediniverdim( tarkan+ bu albüm sayesinde ben bir iki ay belimi doğrultamam ühühühüh yardımlarınız için irtibata geçiniz... veri feneri derneği)
bu arada bende bilmiyordum şarkıları kimin seslendirdiğini.... Belkıs Özener hanımefendi imiş. Allah razı olsun ondan da sesinden de...

neyse efendim. 25 birbirinden güzel şarkıyı bu albüme almışlar. iyi de yapmışlar devamını dileriz, bekleriz...

uykusuzluk benim en vefalı yarim



anlamadım gitti valla. ne olacak bu halimiz. 7 günün en az 4 ü böyle sabahlamalarla geçiyor. bari işe yarar birşeyler yapsam o da yok. mal gibi oturuyorum ya. uykum da gelmiyor. aslında uykum gelmediği için oturuyorum. bak misal bugün, tüm gün koşturdum gezdim tozdum iş-güç derken yoruldum diye düşünürken saati bi geçirdik, zombi gibi gezinip duruyoruz. bazen psikolojik destek alsam mı diye düşünmüyor değilim. hani sürekli devam eden bir hal olsa neyse. geri kalan 3 günde ise saat 8-9 arası zart uyanıveriyorum. erkenden yatıyorum. uykumu almış oluyorum. ama gel gör bak ki sen şu işe sabahladığım gecelerin ertesi güneş tepelerde salınırken uyanıyorum ki bu da insanın yorgun kalkmasına sebebiyet veriyor. abi uyku hapı kullanmayı düşündüm de bu zararlı mıdır acep bünyelere? valla bir garip hallerdeyim, anlayan beri gelsin.....

ankara geceleri.. .. ..

şimdi şöyle ki yıllarımı ankara nın gecelerine vermiş biri olarak konuşamayacağımdır. son iki-3 aydır arkadaşlarla böle böle bazı sokak arası eğlence mekanlarında kolayla başlayan ve masadaki kutu koladan sebeb garip bakışlardan kaçmak için meyvesuyu çeşitlerine geçen ben, ankarada bir gece hayatı olmadığına kanaat getirdim. niye diyecek olursanız ( kimsenin demeyeceğinden eminim) abi hep aynı adamlar..... yani denk gele gele bana mı denk geliyorlar anlamıyorum ama farklı mekanlara takıldığımız akşamlarda bile pat! karşımda iki hafta önce gördüğüm eleman... bu akşam da buna benzer bir hadise meydana gelmeyeydi, hiç bahsedilecek bir mevzuu olarak bakmazdım bu işe. ama anladım ki üç beş kopuk ora senin bura benim her gece geziyorlar... kopuk dediğime de bakmayın bunları sınıflandırmak gerek şimdi. öncelikle bıçkın - yılgın üniversite öğrencileri var. sonra evde kalmış iş çıkışı teyzeleri var ki bunlar ya birey olarak ya da aynı sınıfa mensup eşdaşlarıyla takılmakta, rakı içmektedirler herdaim. üçüncü bir grup ise evde kalmayı tercih etmiş, bekleyeni olmayan amca modelleri. bunlar değişik atraksiyonlara sahip olabiliyorlar, fularlı entelinden, küpeli rocker ına kadar... bir de arada ben gibi "noluyo len buralarda" diye saf saf sağı solu kesen garibanlar var ki en komikleri de bunlar efenim. böylelerini görürseniz hor görmeyin, kucak açın, sevin, sayın, masanızdaki fıstık-mısırla besleyin......

Pazartesi, Nisan 10, 2006

come closer


cümle alemin gözü aydın, özellikle de tarkancığımın. adam durdu, durdu, tam ümitlerin tükendiği anda albümünü çıkardı. çıkardı da iyi mi etti? orası muamma... ben şahsen , kendimce nedenlerle hemen gittim aldım albümü (sorsan kuru ekmekle karnımı doyuruyorum ammavelakin böle entel-kuntel faaliyetlerden de geri kalmıyorum, sonumuz hayrola) ilk dinleyişte "bu ne yahu, napmışın tarkan" diyorsunuz. ama sonra sonra , böle "ulan bilmem kaç para verdim, bir ay durmadan ben bunu dinleyecem" menşeli düşüncelerle durmadan dinleyince kulağa hoş gelebiliyor. lakin o kadar da güzel olmamış( para verdim ben buna !!! )

içeriği şöyledir: (iyi 15 şarkı var, böl 12 yi 15 e.. karda bile sayılırım :P )
1. just like that 2. in your eyes 3. aman aman( why dont we) 4. mine 5.over 6. start the fire 7. shh 8. bounce 9. come closer 10. dont leave me alone 11.shikidim 12. i am gonna make u feel good 13. mass confusion 14. touch 15. if only you knew

favorilerime gelince, kulak memelerime varmıyorlar efendim. kısası makbul benim için, uzun favorili erkekler ve de kızlar pek çekici görünmüyorlar gözüme.... neyse albümde hoşuma giden parçalardan bahsedecektim (albüm canlar bunun adı, kaset değil....) bir numero idare eder, 3 numero belki tutar, 10 numero 10 numara bir parça olmasa da dinlemesi zevkli. diğerleri eh meh hık mık.....

bi de kulağıma grammy için yanıp tutuşuyor dediler tarkan için. yansın dursun. bu albümle alsa alsa bir arkadaşın dediği gibi " 10 sene uğraşılarak çıkartılan ingilice bir türkün albümü" grammy si gibisinden birşeyler alabilir.....

onları heç böyle görmemişem...

serginin başlığı bu sayın seyirciler, "onları hiç böyle görmemişiz" enteresan bir çalışma. gazetede okuduğumda istanbul da olamadığım için hayıflanmıştım. ama gel gör, internet mucizesi ayağımıza getirmiş sergiyi... ahanda: http://galeri.milliyet.com.tr/tamsayfa/20060410mimik/default.asp?id=39

Cumartesi, Nisan 08, 2006

firmamız yeni ismiyle hizmetine devam etmekte...

arkadaşlar( bak yine arkadaşlar diye girdim lafa, şizofren oldum iyice) yapılan araştırmalar sonucu blogger aleminde başlıkların bilmem kaçı "karalamalar" , " karalandılar", "karelendik, sobelendik" imiş. bu da müşterilerimizi farklı blog sayfalarına yönlendiriyormuş. halis muhlis karalama burda. artık " öz karalamalar" adı altında. duyurulur....

v for vendetta


arkadaşlar (artık kimse söylüyorsam bunu, kimseler okumuyor, kendi kendime gelin-güvey oldum, çalıyorum, oynamıyorum) bu filmi mutlaka izlemelisiniz diye düşünüyorum. ben iki kere izledim( bir daha izleyecem). ikisinden de zevk aldım, sıkılmadan-daralmadan. ilk izlediğimde kaçırdığım bazı noktalar vardı. ikinci izleyişimle bunları kapatmaya çalıştım. ama bu seferde aklımda bir kaç soru işareti ( ahanda böle = ?) bıraktı. sizlere aman da şöyleydi film, bak ben neleri farkettim, nelere sevk etti beni diye alakalı alakasız yorumlar-eleştiriler yapmayacağım ahanda buralarda yapılmışları var. okuyun, bakın:
http://www.beyazperde.com/sinekritik/1158
http://www.beyazperde.com/sinekritik/1157
http://www.sinema.com/yazi_detay.aspx?ArticleID=3976
ve son olarak http://www.imdb.com/title/tt0434409/

Cuma, Nisan 07, 2006

cumaya gittim, döndüm bile...

sıradan bir cuma olması beklenen bugün, istanbuldan gelen arkadaşım vesilesi ilen renkleniverdi. öğleden sonramı ona ve de tdk da geçen sözlük aramalarına ayırdım diyebilirim. tdk nın yayınladığı ne çok sözlük varmış yahu, ağzım açık kaldı.... şükür yaradana ki hemen bir iki sözlük alıp çıktık. kızılaya yürüyerek indik ve karşımıza çıkan hanımları eleştirdik. kendisi bek bi memnun kaldı ankaranın hatunlarından. zira güzel sayısı çok az, zayıf-ince-narin sayısı diye bir kavram da yok. karşımıza ne kadar eni boyu maşallah lık hanım kızımız varsa çıkıverdiler. ben bunu az aşağıdaki gürel miydi neydi 44+ mağazasına bağladım, belkim, indirim felan vardı... neyse hiç yoktan bir kaç liseli " kardeşimiz" de yollarda bize denk gelerek "ankarada da güzel kızlar vardır" savını ortaya atmamıza sebebiyet verdiler saolsunlar. bu arada o kadar sözlük peşinde perişan olmalar ve de kızılaya inerken topluca hatunlara denk gelmeler , aç olduğumuzu hatırlattı. soluğu hemencecik meşhur doktor köftecisinde alıverdik. ben kendime hakim olamayaraktan bir tümü indirdim mideme. sonrasında bilsem özsüt e gidip tatlı manyağı olacağımızı yarımla idare eder tatlılara yer açardım. neyse efendim yedik köfteleri, soluğu aldık tatlıcımızda. oturduk siparişlerimizi verdik. konuşuyoruz felan deriken, arkadaşım ki kendisi "pini" bana arkamdaki hödüklere bi bakış atmamı tavsiye etti. bende her zaman yapılan hataya düşmeyerek hemen dönmedim. az biraz oyalandım sonra arkamı kolaçan etmeye döndüm. bu arada da " aa aa bak pini dekaorasyon harika, renk uyumları ve de tablolar çok hoş" derken, hödük gözleminide gerçekleştirdim. ama sonra hiç unutamayacağım bir resimle gözgöze burun buruna geldik. benim ortamı kolaçan ederken attığım 360 derecelik turun son ayağında 270 i tamamlayıp son dikliğe girişimde beni bir çarpı işareti karşıladı.
çarpının altında ise masum bir şekilde dudak dudağa vermiş bir erkek-kız çifti vardı.anlık dumurumu atlattıktan sonra bastım kahkahayı. bunu gören pini takıldığım noktaya baktı. berabercene kahkalarını savururken, teknolojinin nimeti gamaralı cep telefonu ilen bu anları ölümsüzleştirdik (fotolar yakında burada)
ben bu "nazik uyarı" dan şunu anladım. arkadaşlar elele tutuşabilirsiniz , masa altından oynaşabilirsiniz emme öpüşmek yassah hemşerim... tabii bu masum uyarı sadece hanım-bey kombinasyonu için geçerli olsa gerek . çünkü altında yanında sağında solunda erkek-erkek ya da bayan-bayan hadi o da olmadı-insan-hayvan çiftlerin öpüşmesinden bir rahatsızlık duyulacağını belli eden uyarı yoktu. anlamadığım bunlar serbestte neden erkek-hatun öpüşmesi yasak. garip bi memleket azizim.....

Perşembe, Nisan 06, 2006

benim en iyi dostum içkim sigaram...

saat kaç oldu hala aramadılar kardeşim. 3 gündür arıyorum açmıyorlar telefonlarını. az önce bir mesaj attım " ne o küstük mü len" dedim. bekliyorum bakalım.ama aramazlar bunlar şimdi. bahane de hazır " ay kontörüm bittiydi canım" bende yedim hebele hübeleye gelince kontörün (bu arada kontor mu kontör mü yoksa kontur mu?) çok bana gelince yok...

yok abi ya. az aşağılarda bahsettiğim bilmem ne kadar param olsa kimseyi tanımam triplerinde gezicem bir süre. bak hala aramadılar. aradan o kadar zaman geçti. ayıp be ya. hani arkadaştık vs. yalan oldu herşey di mi. bu ne kardeşim...

aramazsanız aramayın len. bana adam mı yok. elimi sallasam ellisi, yetmişi breh. ben asosyal miyim. benim neyim eksik. sizden başka arkadaş mı yok bana. aha bak sırada herkes. kontenjan açılsın diye bekliyorlar. hemen doluşcaklar hayatıma. ama siz kıymet kadir bilmezsiniz. ne haliniz varsa görün lem. yeter. inaf ya....

tijane....

istek bi yazı yazacağım aklıma gelmezdi. bir arkadaş (arkadaştan öte olsa keşkem :) ) tutturdu neden benimle ilgili birşeyler yazmıyorsun diye. ben ne dedim olur dedim. o ne dese benim cevabım heee olacak bunu biliyorum. o da biliyor olacak ki yaz dedi. şimdi bu kişiyi ifşa etmeden anlatayım biraz. kendisi bana bir mynet gecemde çapkınlık ve de kibarlık dersleri verdi. baktım okudum uyguladım. dedim bu kişi sağlam baya. çünkü dediklerini yaptıkça özelime gelen kız sayısında şey insan sayısında bir artış gözlendi " selam seviyeli bir muhabbete ne dersin" demekten parmaklarımda nasır ve de s,e,l,a,m,v,i,y,b,r,m,u,h,t,n,d harflerinde silinmeler meydana gelmişti. artık öyle mi değil. neyse benden geçelim ona gelelim. kendisini görmemiştim o zamana kadar öyle böyle alakasız muhabbetlerim oluyordu. sonra bir gün, ki o gün benim için milad sayılabilir, resmini gördüm. inanamadım. hayretler içinde kaldım. ağzımj açık dilim dışarda salyalarım kenarlarda bir vaziyette bir süre kalakalmışım. yandan arkadaş mendil uzatınca toparlanır oldum. böyle bir güzellik o yaşta olur muydu? hiç görmemiştim ( yaşını da söylemiyor ama benim boyumda bir oğlu var diye bilirim) sonra ben her nete girdiğimde acaba nette mi diye kendi kendime sormaya başladım. bir doyumsuzluk hali gözleniyordu bünyemde. sonraları ben kendi kendime " neden 10 yaş daha yaşlı değilim uleyn" diye kahırlanırken, kendisi yaşın sorun olmadığını, önemli olanın kişilik olduğunu söyledi.(bu cümle ve sonrasındakiler benim hayal ürünüm) sonra ben bu gazla olmayan kişiliğimi şekillendirmeye başladım. saolsun sayesinde bir kişiliğimde var. ama benim oluşturduğum bu kişilik onun aradığı kişilik değilmiş. ters tepti anlayacağınız. neyse dedim bari arkadaş olalım , dost kalalım bana bunu da çok görme lütfen dedim (lütfen demedim yalvardım yakardım ağladım, gecelerim uykusuz, günlerim tatsız , hayatım renksizleşti) sonra bana kıyamadı ve beni normal yaşantıma (ki normal yaşantım her ne kadar normal olmasa da) dönmeye ikna etti. şimdi konuşuyoruz , muhabbetler ediyoruz. ama görüşemiyoruz. çünküm yurt dışında... dedim gel ben sana bakarım. evlenelim. sana kır düğünü yapıcam falan derken kandıramadım. neyse kısmet diyelim. ilk gelişinde kaçırcam ama bundan haberi yok onun aramızda kalsın olur mu hatta olar mı :P

bu arada sürekli fotoğraflarını çekmesi ve her seferinde beni benden alması başka bir ayrıntı... kendisi hakkında yazmadım bendeki yansımalarını yazdım ama olsun. ben onu bendeki haliyle seviyorum :)

aile ne ile...

aklıma geldi bir aile nasıl olmalı diye, ve farkettim ki her aileyi kendi ailem ile kıyaslıyorum. şimdi hocam, anne-baba-çocuklar arasında öyle bir bağ, ilişki ya da adına her ne deniyorsa ondan olmalı ki bireyler birbilerinin sıfatları ardındaki kişilerle ilişkiye geçmeli. yani "anne" sadece anne oldugu için sevilmemeli, onu bir birey, insan olarak tanımalı. aynı şey baba ve de kardeşler içinde geçerli tabii ki. sadece anneyi tanıyıp yetinmemeli bünye.
bazı aileler var ki sanki devlet dairesi mübarek. merhaba efendimler nasılsınızlar havada uçuşuyor. bir işlem yaptırmak için sıra almaya varana kadar herşey in an order yani. haftada bir dışarıda akşam yemekleri, pazar günleri brunchlar. zaten bunlar başlı başına bireyler arasındaki mesafeyi arttırıcı sakat hareketler, bunu bir de ailenle beraber yaptığını düşünecek olursak, o çocukların sen yaşlanınca seninle ilgilenmelerini, sana derin ve kopmaz bir sevgi duymalarını vs vs yi beklememek gerekir diye düşünüyorum.
bizim aileye bakalım birazda. benim gözümle bakılacağı için pek tarafsız yaklaşamayacağım :) şimdi hocam bizim evde herkes arkadaş gibidir. anne-baba sadece lafta kalmıştır. ama sakın ola ki bunu cıvıklık ya da laubalilik olarak algılamayalım. saygı her zaman ön plandadır sınırlar dahilinde olabilecek şeylerden bahsediyoruz yoksa babama gidipte naber lan moruk demiyorum.
ama anneme hişt kız dediğim oluyor. anneyle daha bi samimiyiz tabii ki. babanın koruması gereken bir otoritesi saygınlığı var. sınırlar hafiften geçilir gibi olunca bir höyt nidasıyla kendimize çeki ve de düzeni veriyoruz anında. onun dışında herşeyi rahatça konuşabildiğin, aklına estikçe sarılıp öpebildiğin, rahat rahat espiriler şakalar yapabildiğin bir ailenin olması daha güzel bence. gizli saklının olmadığı herkesin rahat olduğu...
her zaman onlara sevgini belli etmelisin. sayıp sevmeli korumalısın.... sahip çıkmalısın. bir figür olmaktan çıkartmalısın anlayacağın hemşerim. yoksa iş işten geçer, " vah anam, vah babam" dersin. o zamanda iş işten geçer. ki bu durumda iş işten geçmiş olur zaten. yani anlayana

anne-baba ve de kardeşleri sevelim. onlara gereken ilgiyi gösterelim....

Çarşamba, Nisan 05, 2006

zor anlar, durumlar

yapmak isteyipte yapamadıkları vardır insanın.
benim aklıma hemen şey geldi :) gaz çıkartmak. ya da bilinen tabiriyle osurmak. şimdi efendim yeri gelir yalnız olursunuz, böyle bir ihtiyaç hissetmezsiniz. hiç gazınız gelmez nedense. sonra telefona bir mesaj düşer. " abi kalk gel bize , takılırız " diye. e yapacak başka işiniz olmadığından davete icabet edersiniz. varırsınız arkadaşınızın evine. bir gariplik vardır bünyede. bir zorlama, bir ıkınma başgösterir. neyse der, geçiştirirsiniz. sonra gelsin kolalar, gitsin cipsler..... aradan bir saat geçer. inanılmaz bir sancı başlar sizde. hani bıraksanız gümbür gümbür gidecek ama yapamazsınız.... sessiz filmde ise başarısız olduğunuz kanıtlandığı için, ona da cesaret edemezsiniz. hafiften yana kaykılsam, az biraz aralık bıraksam rahat rahat çıksa diye, birinin espiri yapmasını beklersiniz ki "gülerken şekilden şekile girdim abi" ayağına yatıp gazın serbest çıkışı için ortam yaratmaya çalışırsınız... şimdi akıllı olanlarınız atlayıp, " e abi tuvalate git , o da olmadı başka bir odaya gir işini gör " diyecek. kuzularım denendi, onaylandı. eğer ki kalkar da başka bir yere giderseniz, gazınızda gider... sizde bu işkenceye mümkün olduğunca katlanırsınız. gürültülü anlarda hafiften salarak rahatlamaya çalışırsınız ama nafile. yetmez size. sizin için bir açık hava gerekmektedir. gümbür gümbür rahatlamak için......


bunun dışında ön takımları ilgilendiren mevzular hakkında bahsetmek isterdim ama o kadar düşmek istemem. size ben burun karıştırmaktan söz edeyim. şimdi efendim bu burun durur, durur, durur, olmadık yerde kaşınır. üstten çırpınışlar çaba vermez. üstten çiziktirmeler içteki kaşıntıya derman olmazlar. barnağınızı sokasınız gelir ama uygun ortamı da bulamıyorsunuz... ee ne yapacaksın güzel kardeşim. hafiften baş parmakla yavaş yavaş burun ucu kaşınacak. sonra farkettirmeden birden dalacaksınız derinlere. ama çabuk olmalısınız. bir de dikkatli. zira parmak çıkışlarında hoş olmayan görüntülere sebebiyet verecek sarkmalar meydana gelebilmekteler.


ben sizlere evde oturup, hiç bir yer e gitmemeyi tavsiye ediyorum. böylelikle olur da bu zor durumlar ortaya çıkarsa, rahatça, çılgınca, deliler gibi ilgilenebilirsiniz onlarla...

ayna ayna söyle bana, var mı daha garibi bu dünyada.....

- Bir tek seni anlayamıyorum. Kendime inandığım, kendimi bildiğim kadarıyla kimin yüzüne baksam, ne olursa olsun, birşeyler okuyabiliyordum, ta ki sana bakana kadar.- Neden ben? Daha önce böyle birşey başına gelmediğine göre, bundan önce yaptığın tespitler tam olarak doğru değildir bence. Bunu söylememin nedeni, kendine olan tam güvenindir.
- Hayır senden öncekiler yanlış değildi. Her zaman haklı çıktım. Seni okuyamıyor değilim, içini biliyorum ama bu yüzünden okunmuyor. Her insanın düşüncesi, onun yüzüne, yüzünün ayrıntılarına saklanır. Okumasını bilen bunları görür,okur. Ama senin yüzünde böyle bir giz yok. İçinde neler oluyor, ne düşünceler dolanıyor kafanda, bunları biliyorum ama bunu yüzünde görememem, sanki... Her neyse bir sorun bu benim için.
- Yerinde olsam önce şu gözlükleri çıkarırdım gözümden. Birde öyle bakmayı dene bana!- Ama gözlüklerim olmadan...- Dinle beni ve çıkar onları öyle bak.- Tamam, ama şimdi seni tam göremiyorum.- İşte ben, gerçek ben de bu zaten. Net değilim sınırlarım yok artık. Beni belirten çizgiler silindi uzun zaman önce.
- Bundan ne mana çıkarmam gerekli?- Bana böyle bakarken bende gördüklerinle birleştir aklındakileri, bütünleştir. Bütün bildiklerim, yaşadıklarım, hissetiklerim, beni böyle, bu bulanık hale getirdi. Birike birike içimdekiler dışıma sızdı ve bulandırdı beni. Anladın mı şimdi?
- Hayır böyle olmaması gerekiyor. Ben seni bulanık görüyorsam sende beni bulanık görüyorsun demektir. Beni tam okuyamıyorsun ve buda bizi çıkmaza götürür. Sen neden çıkardın ki gözlüğünü?- Ben değil sen çıkardın!!!- Anlayamıyorum , nasıl olabilir ki? Ben benim, sende ben?- Beni görmek için gözlüğe ihtiyacın yok ki senin.- Bunlara bir anlam veremiyorum. Biz aynı isek sorun ne?- İşte bende sana bunu anlatmaya çalışıyorum. Bakmakla görmek aynı şey değildir. Bakarsın ama göremezsin. Bunu bildikten sonra zaten nasıl bakman gerektiğini anlarsın.....

bir 4 milyarım olsa varya....

böyle başlıyor arkadaşım beneklinin söylemleri. ne oldu anlamadım ama durmadan " ah bi 4 milyarım olsa, yok yok 5 milyarım olsun, herkesi silicem olm hayatımdan" diye bozuk bir cd gibi tekrar edip duruyor(bozuk plak kendini tekrar eder de bozuk cd etmez sanırım çünkü bozuk cd takılıyor ya da cızırdıryor... ama devirde taşplak dinleyen kaç kişi kaldık ey dost) düşündüm benim 5 milyarım yada 4 milyarım olsa ne yaparım diye. bu parayla yeni bir arkadaş seti almak imkansız nerden baksan iki kişiyi çıkarır bu para. iki kişiyle de ne yaptın ne ettin be biladerim. daha fazlası lazım er kişiye... bunun dışında olağan dışı sayılabilecek bir olayla karşılaşamadım. sabahın 4 ünde uyandığımdan uykumun gelmesini bekliyorum zira daha bir ağırlık, bir rehavet çökmüş değil... uyku problemim ise başlı başlına bir bela. annem sabahın ilk ışıklarına kadar ayakta kaldığımı duysa okuldan çeker alır beni herhalde. zira kendisi gecenin uyumak için varolduğunu, gece uyanık kalanın pek hayırlara vesile olamayacağını söyler durur. haklı sanırım çünkii pek bi hayra vesile olmadım. hatta birşeye vesile oldum mu? amanın neyse bu yazı kötü sonuçlata yelken açtı. yelkenleri suya indirelim de gachalim....

Salı, Nisan 04, 2006

öğrenci evi - üçüncü haftasında...

ahanda an itibari ilen sağlıksız koşullar içerisinde bir giriş yapmaktayım. onur ve sercan arkadaşımın evlerini, ilk ziyaret edişim. bilsem böyle bir halde olduğunu , ilk ziyaretimi olabildiğince aksatırdım ama geçti borun pazarı. ev eve benzemiyor ilk haliyle. içinde zaman geçirip alışmak lazım tabi ilk başta. eşya yok. pc ise sandalye üzerinde. olmaz ki kardeşim böyle iş. boyun rahatsızlıkları için bire iki. bağdaş kurduğumdan mütevelli bacaklarda karıncalanmalar başgösterdi.banyo ve tuvalet hakkında bir yorum yok. umumi tuvaletlerden tek eksiği " kapı arkası yazıları". mutfak per perişan. minnet rica bulunan buzdolabı bütün heybetiyle duvara sırtını vermişken, ocak olmaması dikkatleri çekmiyor ilk bakışta. minitüple yemek ve çay sefaları ise ızdırap... dört duvar arasında piknik yapıyormuş hissi veriyor. malum evde eşya yok. bi halı da mı olmaz be canım. yerde bir kilim serili. onu da ortalayamamışlar....daha fazla çabalayıp, bacağımın hissiyatsızlığını uzatmayayım.bir sonraki "giriş" te görüşmek dileği ilen...

Pazartesi, Nisan 03, 2006

ah bi avatarım olsa, la la la lalalala




çok sevgili, saygılı, zeki, güzel, adanalı bir arkadaşımın benim için yaptığı(iki saat poz verdim şu şey için) resim-az biraz karikatürize edilmiştir anlayacağınız üzre...

üstte ise daha bi bana benzeyen versiyonu...

Gör

Görmezden geldiği şeylerin insana ilerde sorun çıkartacağını belli eden işaretler vardır heryerde. Her insan bunu farkedemez. Her farkeden bunu doğru yerde ve zamanda doğru bir şekilde yorumlayamaz. Ama bazılarımız da vardır ki hayatın içine-kenarına köşesine saklanmış uyarıları bulup çıkartır ama ilgilenmez. Çünkü inanır. Hata yapar inanmakla ama inanmaya ihtiyacı vardır. Yorulmuş tetikte olmaktan her an. Hayata sadece tetikte olup , kendini saldırılara karşı korumak için gelmediğini hisseder. Günün birinde bütün bunlardan elini ayağını çekip inandığı şeyin kendisini savunmasını bekler. Acaba doğru şeye mi inanmıştır?
Akla hayale gelmeyecek senaryolar içinde bulunca kendini inancını yitirir. Ama üzüldüğü şey inancını kaybetmek değil, inancını kaybetme biçimidir. İlk başta farkettiği işaretlere önem vermemekle başlar pişmanlık. Daha sonra bu hatanın üzerine inşaa ettiği yanılsamalarla, içine girdiği körebe oyunun tek oyuncusu olduğunu anlar. Gözlerini bağlayan kumaş eskidikçe lime lime dökülür gözlerinden. O zaman farkeder ki kendi kendini kandırmış bunca zaman. İlk başta donakalır. Ağzından bir kelime çıkmaz, aklından bir düşünce geçmez bir süre. Çaresiz bakışlarla çevresinden yardım bekler.
Uçsuz bucaksız gibi görünen bu yerde yalnızdır, destekçisi yoktur. Kendini savunmak ister ama neye karşı? Hiçe.... ama az sonra anlar ki bu çırpınmanın bir anlamı yok. Hiç onu duymaz, görmezden gelir. Hiç olmasını sağlayan boşluğu doldurmaya çalışan, bu don kişota tepki vermez. Ama onu içinde barındırarak hiçlikten çıktığını artık bir hiç olmadığını anlamaz.

aman neyse...

hoşgeldinimi sadece mail sayfamı açtığımda alıyorum. her nasıl yaptıysam bilgisayarı açtıgımda bana hoşgeldiniz demiyor. bu sadece ekran karşısında olan bir durum olarak kalsa , bunun üzerine düşünüp kendimi sıkmazdım.kimse bana hoşgeldin demiyor. sordum doğumum sırasında doktor ya da hemşireler de bana hoşgeldin dememişler. sırtıma attıkları iki şaplak belki de bir hoş gel karşılamasıydı ama hoşgeldin değildi. hoş gelmek. önemli mi sizin için? benim için önemli olsa. yoksa bunu kafayı takmazdım. neden bana hoşgeldin demiyorsunuz diye takıntılı, rahatsız bir insan profili çizerek , ışıkları üstüme mi çekmeye çalışıyorum? ışıklar da bana hoşgeldin demiyorlar... hep "birbaşkası" sahnede en önemli rolü kapıyor. ben ise sadece arkada geçen adam figüranı oynuyorum. oynamıyorum bile. kendimim orada. hayattanda gelip geçen, kimsenin dikkatini çekmeyen değil miyim? değişik bakışlar denemeye, ağız-yüz-mimik kombinasyonları denememe gerek yok. rahat olmakta fayda var. fazla ciddiye almamalıyım. ciddiye aldıklarımın ihalesi hep bende kaldı. sırtımın kamburu , işte bu taşımaktan yoruldugum ihalelerin sonucu. aman neyse...... boşgeldim....