Cumartesi, Nisan 29, 2006

denedim...

Yorganı sakince üstünden attı. Gün çoktan doğmuş, fırınlar ilk sıcak ekmeklerini kuyrukta bekleşen insanlara sunmuşlardı. Çocuklar kahvaltılarını yapmış okul yolunda yer yer sessizce yer yer şakalaşarak yürüyorlardı. Yattığı yerden bunları görebilmesi onu her zaman rahatlatmıştır. Uyanmanın sersemliğini kendince şiirsel bulduğu bu manzarayla dağıtıyordu. Hafta sonları iş biraz karışık oluyordu. Uyanmak, daha doğrusu kendine gelebilmek için öğle saatlerini bekliyordu. Az ilerisinde bir alışveriş merkezi olduğundan, insanlar hafta sonunu sıcak-kapalı bir mekan da geçirmek istedikleri için evinin önünden geçiyorlardı. Elele tutuşmuş çiftler, yanyana yürümekten rahatsız olan çiftler, beraber olduklarını tek bir vücut olarak ifade eden yeni sevgililer ve çocuklu aileler.

En çok çocuklu aileleri kıskanırdı. Her kış annesinin sobayı onlar uyanmadan yakması, yanan odun seslerine karışan suyun fokurtusu, yorganın altındaki sıcak bedeninin aksine burnunun soğuk olmasını ve annesinin o soğuk burnu yumuşak bir öpücükle ısıtmasını hatırlardı. O zamanlar başkalarına gerek duymazdı uyanmak için. Annesi yeterdi ona. Ne ekmek sırasındaki insanlar ve de alışveriş merkezine gidenler. Bunlardan hiçbirisi annesinin yerini tutmuyordu ama uyanmasını onlara borçlu olduğundan minnet duyuyordu bu tanımadığı insanlara. Minnet duymanın erdemi üzerine düşündüğü çok olurdu. Ama erdemin ne demek olduğunu tam olarak tanımlayamaz, minnet duymanın erdem olup olmaması gerektiği üzerine kafa yormazdı. Okuduğu tek kitap bir Ömer Seyfettin derlemesiydi. Önemli olduğu üzerine düşünmeden öylesine okumuştu yıllar önce. Ne “Bomba”, ne “Kaşağı” ne de “ Beyaz Lale” etkilemişti onu. Adını hatırlamadığı ama her kelimesi aklında yer tutan bir Ömer Seyfettin hikayesi hoşuna gitmişti. Genç bir adamın ilk genelev macerasını anlatan bir hikaye. Tek gecelik bir aşkın, tek gecelik bir tutkunun, bir kaç saatlik mutluluğun hikayesiydi. Kendini hikayedeki adam yerine koyuyor, her hatırladığında odaya yavaşça giriyor, yatağın üzerinde uzanmış kadınla hep aynı sohbeti yapıyor, daha sonra yanına sokuluyor ve onu ısırıyordu. Hep bu noktada kafası karışıyordu. Isırmanın cazibesi onu çekiyor ama kadının bunu ilk başta kat’i bir şekilde yasakladığını hatırladığından çekiniyordu. Karşı koyamadığı ilk ısırık sonrasında bir tepki gelmediği için içi rahatlıyordu her seferinde. Ve engellemelerin olmadığı saatleri bir kaç saniyede kafasında yaşıyordu. Bu hayaller sonrasında gözü yine dışarıda oluyor, uyku sersemliğine benzer ruh halinden sıyrılmak için yine insanları izliyordu.

Sahip olduğu birkaç arkadaşıyla bazı geceler dışarı çıkıyor, karanlığın kamufle ettiği yüzüyle caddelerde dolaşmak yerine, bir barın ışık almayan köşesine sinip, arkadaşlarım dediği topluluğu dinliyor, onlara bir kaç laf söyledikten sonra gözü yine diğer insanlara diğer masalara takılıyor. Yalnız oturanları gözüne kestirip, onların içkilerini içmelerinden, oturuşlarından, bakışlarından, aslında her hallerinden esinlenip onlara öyküler yazıyordu. Kimisi aile sahibiydi , kimisi bekar. Kimisi iş sahibiydi, kimisi aylak. Kimisi yakışıklıydı kimisi çirkin. Ama hepsi de erkekti. Tek başına oturan bayan görmemişti hiç, ta ki o akşam üzerine kadar. İş çıkışı denecek erken bir saatte tek başına gelmişti karanlık köşesine. Arkadaşlarını bekliyordu ve hep yaptığı gibi diğer masalarda geziniyor onlarla dertleşiyordu. Bir masada uzun süre takıldığını anladığında o masanın sadece kraliçesi olduğunu farketti. Emrinde bir ülke ya da ordu yoktu ama üç tabure, içki şişesi ve yemiş tabağıyla diğer ülkelerle sorun yaşamadan gün doğmayan köşesinde hüküm sürüyordu bu kraliçe. Kadınlar için güzel çirkin kıyaslaması yapamayacak kadar az kadınla yakınlığı olmuştu. Ne güzel ne çirkin, orada tek başına oturan bir bayan vardı. Nasıl olduğunu anlamadan kendisini onun sınırları içinde buldu. Tek kelime etmeden üç tabureden birine oturdu. Kadınla göz göze geldiler ama tek kelime çıkmadı ağızlardan. Ve yine nasıl olduğunu anlamadan başladı anlatmaya. Sabit bir konudan bahsetmiyordu ama anlattıklarını ilgiyle takip ettiğini düşündü kadının. Ağzından çıkan kelimeler ona tanıdık gelmeye başladığında, anlattığının Ömer Seyfettin öyküsü olduğunu anımsadı. Kadının bakışları değişmemişti. Tekrar tekrar yaşadığı öyküyü paylaşıyordu tanımadığı bu kadınla. Hayat kadınının yüzünü hiç hayal etmediğini anladı, ve hikayedeki kadının yüzünü gördü. Bu zamana kadar almadığı bir tadı yakaladı kadının gözlerinden. Bulundukları ortamdan soyutlandıklarını hissediyordu. Peki kadın da bunları yaşıyor muydu, yoksa payına düşen dinleme rolüne hakim miydi?

.......................İnsan ilişkileri uyuşturucu gibidir. Bir kere kullanmaya başladınız mı bağımlılık yapar. Ardı arkası kesilmez. Bir de bakarsınız ki hayatınızda birisi olmadan olmuyor. Bu zamana kadar nasıl yaşadığınızı, neler yaptığınızı, neler düşündüğünüzü unutursunuz. Onları yaşayacak kudrete sahip olmadığınız düşüncesi sizi esir alır. Tıpkı bar kraliçesinin onu esir aldığı gibi.....................

Ömer Seyfettin hikayesi bitmişti. Kadın hala tepkisiz bir şekilde bakıyordu ona. Uzun süre konuşmadı, kadının tepkisini bekledi. Saniyeler ona bitmek bilmez sıkıcı bir film gibi geldi. Sonunu merak ettiği için katlandığı can sıkıcı filmler. Birden bire kadın gülümsedi. Güldüğü zaman güzelleşen, saklı hazinesi ortaya çıkan bir kraliçeydi bu. Karşılık vermek istedi ama beceremedi. Bu zamana kadar gülmeyen yüzü yine kaskatı kesilmişti. Şimdiye dek hep o konuşmuştu ama kadının ağzından tek kelime çıkmamıştı. Kadının gülümsemesi ise dudaklarından gözlerine geçmişti. Dudakları kıpırdar gibi oldu ama konuşmadı.Kadın ellerini ceplerinde dolaştırdı. Birşey arıyordu ama ne? Elleri aradığı şeyi bulduğunda gözlerindeki gülümsemesini dudaklarıyla pay etti kraliçe. Cebinden çıkardığı herneyse onunla bir süre oyalandı, göstermeden. Elinde bir cep telefonu vardı. Ona doğru uzattı. Merakla aldı telefonu. Bir mesaj vardı ekranında “ Eminim güzel şeyler anlattın, ama ben duyamadım hiçbirini, dudaklarını da okuyamadım çünkü fısıldıyor gibiydin” Şaşkın gözlerle baktı kadına. Kadın elleri ile kulaklarını göstermiş daha sonra da duyamadığını, çaresizce ellerini sağa sola sallayarak anlatmaya çalışıyordu. Kaskatı suratı birden çözülmüş ve kraliçenin gülümsemesini onunla paylaşmıştı........

Yorganı sakince üstünden attı. Gün çoktan doğmuş, fırınlar ilk sıcak ekmeklerini kuyrukta bekleşen insanlara sunmuşlardı. Çocuklar kahvaltılarını yapmış okul yolunda yer yer sessizce yer yer şakalaşarak yürüyorlardı. Yattığı yerden bunları görebilmesi onu rahatlatırdı ama artık bunu önemsemiyordu. Onu rahatlatan tek şey, iletişim kurmasını sağlayan cep telefonuydu. Telefon tuşları onun dili, ekranı ise sesi olmuştu. Ağır aksak olsa da el hareketleri ve mimikleri de artık anlam kazanmıştı. Camdan dışarı, sadece kraliçenin geleceği zamanlar bakıyordu. Gülen gözlerin yolunu beklemek ona herşeyi unutturuyordu....